HAKLARIMIZ _ RİGHTS

24 Ocak 2017 Salı

UMUT'UN MEKTUBU

umut
Kitabı çok beğendim.
Ama bir yanlış buldum.
Benim haklarımı annemin haklarını dünyamın haklarını yazmışsın ama babamın haklarını yazmamışsın.
Ben büyüyünce baba olacağım.
O zaman benim haklarım nerede.
Umut Aykut 10 yaşında.

MASAL GİBİ BİR YILBAŞI ÖYKÜSÜ

Size; bundan altmış yetmiş yıl önce, Anadolu'da küçük bir köyde kutlanan, bir yılbaşını anlatmak istiyorum.
Gelenek olarak; sadece erkek çocukların oynadığı bir oyun gibi kutlanırmış.
Köydeki sekiz on yaşındaki çocuklar gündüzden toplanırmış.
Küçük bir köy olduğu için de, en çok yedi sekiz çocuk olurlarmış.
O köyde ve çevre köylerde, su kabakları kesilerek geniş taslar haline getirilirmiş. Bu taslara, "tolik" adı verilirmiş. Toliklere, tuz, bakliyat, sarımsak, yumurta gibi yiyecekler konur ve saklanırmış. Çok sağlıklı kaplarmış.
Yılbaşı günü toplanan bu çocuklar, bir toliği, ucuna yakın bir yerinden deler ip bağlarlarmış. Öyle yaparlarmış ki, uzun iplerle kuyulara uzatılan kovaya benzetirlermiş.
O civar köylerde evler, geniş geniş yapılırmış.
Evin bir yanı bir katlıyken, diğer yanı iki ya da üç katlı olabiliyormuş.
Çocuklar, daha çok kışın oturulan birinci katların damına (çatısına) çıkaralarmış. Bacadan tolik sarkıtırlarmış.
O gün çocukların bacadan tolik sarkıtacağını bilen ev halkı, "tak tak" sesini duyunca hemen ocağın yanına gidip, ateşe çok yaklaşmadan toliği kaparlarmış.
Tolik, su kabağından yapıldığı için ateşe düşerse yanarmış.
Yılbaşı kutlanan kış günü de evler ısınsın diye, ocaklar harıl harıl yanarmış.
Toliği alan evdeki insanlar, içine bulgur, yağ, bastık (pestil) ceviz koyarlarmiş. Sonra bacaya doğru "Çek" diye bağırırlarmış.
Damda bekleyen çocuklar bu sesi duyunca hemen çekerlermiş.
Çocuklar; bütün bir gün bütün köyü böyle dolaşırlarmış.
Her ev, onlara en güzel malzemeleri verirmiş.
Aslında bütün köyün katıldığı bir oyun olurmuş.
Malzemelerini toplayan çocuklar, yılbaşında onlar için ayrılmış bir evde toplanır bulgur pilavı pişirir ve yerlermiş.
Eğlencelik olarak da pestille cevizi yerler, biraz da oyun oynayıp evlerine dağılırlarmış.
Aradan bir otuz yıl geçer.
O çocuk büyür.
Benim babam olur.
Ben on yaşlarındayken bir bayramda onun köyüne gideriz.
Sabah köyün bütün kız ve erkek çocukları toplanır.
Köydeki bütün kapıları çalarız.
Bütün kapılar bize neşeyle açılır.
Her evde bize sütlaç yedirirler.
Torbalarımıza şeker, leblebi, ceviz, badem doldururlar.
Bazıları mendil verir.
Biz de neşeyle koşup, oynayarak bu geziyi tamamlarız.
Çok şeker ve sütlaç yemekten biraz midemiz bozulur ama yarın oyun bizi beklediğinden büyüklere çaktırmayız.

CESUR PAPATYA - Çocuklar İçin Masal

Bir varmış bir yokmuş,


ülkenin birinde bir kral varmış. Kral ülkesini severmiş ama başka ülkeleri daha çok severmiş. Kendi halkından çok, zengin ülkelerin kralları onu sevsin istermiş. Bu yüzden de ne isterlerse yaparmış, ne isterlerse verirmiş. Su kaynaklarını o ülkelere verirmiş, ormandaki ağaçları verirmiş, toprakları verirmiş. Ülkedeki insanların bazıları bu duruma çok üzülüyormuş. Çünkü halk giderek yoksullaşıyormuş, ülkedeki kaynaklar elden gidiyormuş. Ne yaparlarsa yapsınlar bu durumu krala anlatamıyorlarmış. Anlatsalar da dinlemezmiş.
Kral çok kibirliymiş. Kendi sesinden başka sese, kendi yüzünden başka yüze, kendi fikrinden başka fikre değer vermezmiş. Mağrurmuş. Her şeyin hakimi olarak kendini görürmüş. Herkesi azarlarmış. Sarayın alimleri, veziri, kumandanları, yardımcıları kralla görüşmek zorunda kaldıklarında çekinirlermiş. En gerekli şeyleri bile söyleyemeden odadan atılırlarmış. Böylece ülkenin sorunları biriktikçe birikirmiş. Sarayda çalışan yardımcıları halkın yaşadıkları sorunları bilir, ülkeyi bekleyen tehlikeleri görür ama korkularından bir şey söyleyemezlermiş. Kral bir tek soytarıyı severmiş. Çünkü soytarı krala, duymak istediklerini söylermiş. Dünyanın en iyi kralı olduğuna inandırırmış.
O ülkede, bir de Papatya adlı bir kız yaşarmış. Papatya yoksul ailesiyle, başkentin kenar mahallelerinden birinde otururmuş. Babası bir terzihanede kalfa, annesi de ev kadınıymış. Papatya ailenin tek çocuğuymuş. Babası kızını çok severmiş ama , “Bir oğlum olsaydı da okusaydı, bizi bu yoksulluktan kurtarsaydı” diye yakınırmış. O zamanlarda yoksulluğu yenmenin iki yolu varmış. Ya çocuklarının eğitim almasını sağlayacaklarmış ya da başkalarının haklarını ellerinden alacaklarmış. Papatya’nın babası onurlu bir insanmış. Başkalarının hakkı olan bir kuruş paraya bile dönüp bakmazmış. Papatya da okula gitmeyi çok istiyormuş ama o ülkede yoksul aileler kız çocuklarını okutamıyorlarmış. ral kızını daha iyi eğitim alsın diye başka ülkelere yollarken halk çocuklarını okula bile gönderemez olmuş.


Bir gün, Papatya’nın babasının çalıştığı terzihaneye, bir öğretmen elbise diktirmeye gelmiş. Papatya’nın babasına, kızını okutmasını söylemiş. Okulda kız çocuk erkek çocuk fark etmezmiş. Oğlanı okula gönderebilen, kızı da gönderebilirmiş. Babası öğretmene inanmış. Papatya, o mahallede okula giden ilk kız olmuş.
Papatya okula gittiği için çok mutluymuş. Artık okuyabilecek, yazabilecekmiş. Dünyada neler olduğunu öğrenebilecekmiş. Ama o kadar zormuş ki okula gidebilmek. Ailesi Papatya için önlük, çanta ders kitapları, kalem, defter almak için yiyeceklerini azaltmak zorunda kalmışlar. Babası daha çok çalışıyor ama daha az yakıt alabiliyorlarmış. Annesi başkalarının çamaşırlarını yıkıyormuş. Papatya anne ve babasının onu okula yollamak için çektikleri zorlukları görünce çok üzülüyormuş.
Okulda da yaşamı kolay değilmiş. Sınıftaki oğlanlar saçını çekiyor, kalemini saklıyor, defterlerini karıştırıyorlarmış. Papatya bazen bu duruma dayanamayıp ağlıyormuş. Böyle zamanlarda annesiyle babası ona , üzülmemesini, sadece derslerine çalışmasını söylüyorlarmış.
Papatyanın yaşamında bunlar olurken ülkede başka şeyler oluyormuş. Kralın oğlu evleniyormuş. Saray da halk da düğünü bekliyormuş. Prens de babası kadar kibirliymiş. Çok çok büyük bir şenlik istiyormuş. Bütün halk hatta bütün dünya onun düğününü görsün istiyormuş. Bütün bir yaz, bütün bir ülkede prensin düğününün telaşı varmış. Bu nedenle o yıl yağmurun azaldığını kimse fark etmemiş. Tarladaki ekinlerin bir kısmı kurumuş. Bostanlardaki sebzeler yeterli su alamadıklarından gelişememişler. Meyvelerin bir kısmı dökülmüş. Halk verimsiz bir yıl oldu diye düşünmüş. Yaşananları anlayan Saray çalışanları ise korkularından susmuşlar. Prensin düğünü de büyük kutlamalarla olmuş bitmiş.


Gel zaman git zaman, Papatyanın, okuldaki başarıları artarken ailesinin geçimi gittikçe zorlaşmış. Annesiyle babası ne kadar çok çalışırlarsa çalışsınlar sürekli azaldığı için pahalı satılan buğdaya ekmeğe, şekere, tuza daha çok para harcamak zorunda kalıyorlarmış. Bütün halkın durumu da Papatyaların durumuna benziyormuş. Bir tek kralın ailesinin ve sarayda çalışanların durumu iyiymiş. Papatya okudukça ülkesinde olanları anlıyormuş. Anladıkça daha çok okuyormuş. Öylesine başarılıymış ki adı okuldan okula, mahalleden mahalleye, şehirden şehire yayılıyormuş. Okuldaki oğlanlar artık onunla uğraşmıyorlarmış. Zaten büyümüş kocaman çocuklar olmuşlar. Artık onunla öğünüyorlar çözemedikleri matematik problemlerini ona soruyorlarmış. Papatya okuduklarından anladıklarını çevresine anlatmaya çalışıyormuş. Suyun, yağmurun önemini herkes biliyormuş ama ağaç kesilmesinin, ormanların içine evler yapılmasının yağmuru yok ettiğini anlayamıyorlarmış. Ormanlarda yaşayan hayvanların soyunun tükenmesinin çevreye ne kadar zarar verdiğini bilemiyorlarmış. Papatya böyle giderse ülkesinin çöl olacağından korkuyormuş. Kestanesi, köknarı, akağacı, akasyası, çamı meşesi, kavağı, söğüdü, ahlatı, aslanı, kaplanı, çakalı, tilkisi, ayısı, kaplumbağası, tavşanı, sincabı, kokarcası, ceylanı olmayan bir yaşamın ne kadar renksiz bir yaşam olacağını kavratamıyormuş. Kelebekleri, kuşları, arıları, kır çiçekleri olmayan bir dünya istemiyormuş. Halk, “ Biz şehirde yaşıyoruz bunlardan bize ne ?” diyormuş.
Halk söylediklerine inanmasa da Papatya’ya kızamıyormuş. Çünkü Papatya girdiği her bilgi yarışmasını kazanıyor, her soruyu biliyormuş. Papatyayı denemek için başka ülkelerden bile alimler geliyormuş. Papatya bilgisiyle onları da şaşırtıyormuş. Zengin ülkelerin alimleriymiş bunlar. Papatya’yı kendi ülkelerine götürmek istiyorlarmış. Papatya giderse anne babası da rahat edermiş. Anne babasına da para verirlermiş. Ailesi , “Biz halimizden memnunuz. Papatya gitmek isterse bir şey diyemeyiz ama kızımız bizimle kalmak isterse mutlu oluruz “ demiş. Papatya da gitmek istemiyormuş zaten.
Ülkede halkın durumu gittikçe zorlaşıyormuş. Kral bu durumu hiç fark etmiyormuş. Soytarısı ona her gün ne kadar iyi bir kral olduğunu anlatıyormuş. Saraydaki diğer görevliler de soytarı gibi davranmayı öğrenerek azarlanmaktan kurtulmuşlar. Onlar da krala ne kadar güçlü, ne kadar zarif, ne kadar yüce yürekli olduğunu söylüyorlarmış. Hiçbir şey bulamazlarsa komik fıkraları ezberleyip kralı güldürüyorlarmış. Aralarında güzel fıkra anlatma dersi alanlar bile olduğu söyleniyormuş. Soytarı bu yaptıklarına çok kızıyormuş. Kralı güldürmek onun işiymiş. İşini elinden alıyorlarmış. Onlar kendi işlerini yapmalıymışlar. Onlar kendi işlerini yapmadıklarından, kral ülkesinden istenen yeraltı kaynaklarının bir kısmını başka bir ülkeye vermiş gitmiş. Çünkü Prensesi de o ülkenin kralıyla evlendirmeyi düşünüyormuş. Ülkede yer altı kaynakları da başka ülkelere verilince okullarla hastaneler de parasızlıktan kapanmış. Sarayın okulu ve hastanesi varmış. Bu nedenle ülkedeki okulların kapanmasından kralın hiç haberi olmamış. Kimse de cesaret edip söylememiş. Okula gidemeyen çocuklar sokakta, hastalar ortalıkta kalmış.
Okulu kapanınca Papatya çok üzülmüş. Çok kızmış. Okulu açılıncaya kadar şehir şehir dolaşıp insanlara olanları anlatmaya karar vermiş. Anne babasından izin istemiş. Babası, “Gidebilirsin” demiş. Annesi, “Kendine çok dikkat et” demiş. Papatya, “Döneceğim” demiş. Papatya yola çıkmış. Papatya yürüyerek bütün şehirlere, kasabalara, köylere uğramış. Halkın bir kısmı kızmış, bir kısmı ilgilenmiş, bazıları inanmış, bazıları yüzüne bakmamış. Papatya yılmamış. Her gittiği yerde anlatmış. Su da toprak da orman da halkın malıymış. Kimse onların adına başkalarına veremezmiş. Çocuklar okumalıymış, hastalar bakılmalıymış. Papatya’yı anlayıp saygı gösteren de olmuş, köylerinden şehirlerinden kovanlar da. Papatya o kadar yer gezmiş ki herkes onu tanımış. Kızanlar da sevenler de ondan konuşur olmuşlar. O kadar çok konuşulmuş ki Papatya’nın adı sarayda bile duyulmuş. Kral Papatya’ya çok kızmış. Adamlarına,-Tez bulup saraya getirindiye emirler yağdırmış. Kralın adamları ülkenin her yerini karış karış aramışlar. Papatya’yı bir köyde bulmuşlar. Alıp saraya getirmişler. Papatya sarayı görünce gözleri kamaşmış. Bütün duvarları altındanmış. Onu hemen kralın huzuruna çıkarmışlar. Kral Papatya’ya kızmış. Papatya anlatmaya çalışmış. Kralın kızgınlığı artmış Papatya inatla anlatmayı sürdürmüş. Papatyanın korkmaması kralın hoşuna gitmiş. Ona susması karşılığında bu sarayda onlarla birlikte yaşayabileceğini söylemiş. Papatya krala, birkaç yıl sonra sular iyice kuruyup, ormanlar tümden yok olduğunda sarayının tümünü de satsa bir bardak su etmeyeceğini söylemiş. Kral Papatya’ya inanmamış ve onu saraydan kovmuş. Papatya artık yorgunmuş. Annesini babasını özlemişmiş. Mahallesine ailesine dönmüş.
Papatya gittikten sonra kral günlerce düşünmüş. Yoksul bir kız ondan daha akıllı olabilir miymiş? Yoksul bir kız nasıl bu kadar cesur olabilirmiş?

Annesiyle babası Papatya’yı özlemle kucaklamışlar. Papatya umutsuzca eve kapanmış. Annesine yardım ediyor, babasının eve getirdiği kumaş parçalarından pazarda satmak için oyuncaklar yapıyormuş. Yine de kıt kanaat geçinebiliyorlarmış. Başkalarının durumu onlardan da zormuş. Ülkede giderek yoksulluk dayanılmaz oluyor insanlar Papatya’yı anlamaya başlıyorlarmış. Kraldan ve adamlarından korktukları için Papatya doğru söylüyor diyemiyorlarmış. Kral bir gün tebdili kıyafetle halkın arasına karışmış. Papatya’nın doğru söyleyip söylemediğini merak etmiş. Saraydan çıkıp biraz uzaklaşınca ülkesini tanıyamamış. Dereleri kurumuş, evleri bakımsızlıktan viraneye dönmüş, yeşillik kalmamış bu ülke, onun ülkesi miymiş? Ya bu hırpani giysili, gözleri korkuyla bakan, suskun insanlar onun halkı mıymış? Kral neye uğradığını şaşırmış panik içinde saraya geri dönmüş. Günlerce kendine gelememiş. Ziyafetlere katılmamış. Soytarısıyla bile görüşmemiş. Kral çok üzgünmüş. Artık odasından bile çıkmıyormuş. İstediklerini alan zengin ülkeler de kralın yüzüne bakmıyorlarmış zaten. Kral uzun uzun düşünmüş. Papatya’yı dinlemeye karar vermiş. Yoksa ülkesiz bir kral olacakmış. Bu kez de tebdili kıyafetle yola koyulmuş. Sora sora Papatyaların evini bulmuş. Başkentteki herkes Papatya’yı tanıyormuş. Artık kimse Papatya’ya kızmıyormuş. Ülkenin her yanından gelip ona ne yapmaları gerektiğini soruyorlarmış. Söylediklerini saygıyla dinliyorlarmış. Papatya onlara, yaşamak için güneşin, havanın, suyun, toprağın, ağacın, hayvanın, böceğin ne kadar gerekli olduğunu anlatıyormuş. Aslında onlar da biliyorlarmış ama Papatya kadar cesur değillermiş. Kral kalabalığı yara yara Papatya’ya ulaşmış. Papatya gelenin kral olduğunu anlamış ama kimseye söylememiş. Kral halkın Papatya ile konuşmalarını dinlemiş. Ülkenin durumunun gerçekten kötü olduğunu iyice anlamış. Giysilerine büründüğü yaşlı bir adam gibi sormuş;-Ülkemiz nasıl bu hale geldi? Papatya yanıtlamış,-Siz siz olun mağrur krallardan korkun demiş,-Ya yoksulluk?diye sormuş kral,-Ormanla, toprakla, suyla uğraşan kralları izleyin diye yanıtlamış Papatya, -Kralların ne suçu var. Sarayda çalışanların uyarması gerekmez mi? diye sormuş Kral heyecanla,-Siz siz olun korkak çalışanlardan da uzak durun.demiş Papatya, -Peki ya halk? Halkın hiç suçu yok mu?diye bağırmış kral,-Kızlarına değer vermeyen halk suskun olur. Çocukları özgür olmayan toplumlardan da korkun.
Kralla Papatya’nın konuşması böyle sürmüş gitmiş. Hava kararınca kalabalık dağılmış. Papatya’nın annesiyle babası yaşlı bir adam sandıkları kralı içeriye davet etmişler. Eve girince kral onlara kimliğini açıklamış. Papatya için annesi ve babasından izin istemiş. Papatya kralla gitmeli ve ülkenin düzelmesi için ona yardım etmeliymiş. Onlar izin vermişler ama Papatya razı olmamış. Kralın Papatya’ya ihtiyacı yokmuş. Kral sarayına dönünce her sabah büyük bir aynaya bakmalıymış. Aynada kendi yüzünün yanında binlerce Papatya, Gamze, Mustafa, Melis, Emre, Kıvılcım, Ceylan, Onur, Emrah, Serap, Can gibi çocuklar görürmüş. Tüm ülkenin hatta tüm dünyanın çocuklarını görebilirmiş bu aynada. Kral eğer aynada çocukları gülerken görürse ülkenin mutlu olduğunu anlamalıymış. Ve kendisinin de iyi bir kral olduğunu. Ama çocukları üzgün görürse ülkesinin mutsuz olduğunu anlamalıymış.
6
Kral sarayına dönmüş. Odasına kocaman bir ayna yaptırmış. Her sabah erkenden uyanıp aynaya bakıyormuş. Papatya’nın dediği gibi çocukları görüyormuş. İlk zamanlar çocuklar gerçekten mutsuz görünüyorlarmış. Kral ülkenin her tarafını ağaçlandırmış. Meşe, çam, kavak, söğüt, çınar, gürgen diktirmiş. İnsanlar beslensin diye meyvelikler yaptırmış. Ağaçlar yağmuru çağırmışlar. Dereler azıcık da olsa çekildikleri toprağın derinliklerinden çıkmaya başlamışlar. Aynadaki çocuklar gülmeye başlamış. Okullar yeniden açılmış. Çocukların yüzü aydınlanmış. Hastaneler kapılarını açmış. Fabrikalar çalışmış. Ülkede yoksulluk kalmamış. Parklar, oyun bahçeleri düzenlenmiş. Çocuklar hem yaşamda hem aynaya yansıyan görüntülerinde gülmeye başlamışlar.
Kral akşamları yatmadan aynadaki çocukların gülen yüzüne bakıp ülkem zengin ve mutlu, ben de iyi bir kralım diye düşünüyor ve huzurla uykuya dalıyormuş.Papatya da mutlu sayılırmış. Mutlu çocukların arasında mutlu bir çocuk olarak büyüyormuş. Ama daha çok işim var diye düşünüyormuş. “Dünyadaki tüm çocukların mutlu olması için uğraşmak.”
31.08.2008

SÜPER BULUŞÇU ÇOCUKLAR-Çocuklar İçin Permakültür Denemeleri

Güldünya'nın öğretmeni, bir gün sınıfta bir Kızılderili Şef'in mektubunu okudu.
Mektup tam 1854 yılında kaleme alınmıştı.
Ve Amerika Birleşik Devletleri Başkanına yazılmıştı.
Mektubu yazan da ”Duwarmish” Kızılderililerin Reisi Seattle idi.



Güldünya bu mektubu çok sevdi.
Bir çiçeğin açarken, taç yapraklarının çıkardığı sesi merak etti. Bir kelebeğin kanatlarının sesini, kurbağaların şarkısını, yağmurla yıkanmış rüzgarın kokusunu çok merak etti.
Kızılderililerin şehirleri nasıldı ki, tüm bunlar duyulabiliyor ve görülebiliyordu?

Güldünya, yaşadığı büyük kentte de yazları, nenesine gittiği küçük şehirde de böyle şeyleri asla göremiyordu.
Gürültü, egzoz dumanı, kömür karası vardı şehirlerde.
Sokaklar, parklar, kırlık alanlar, kaldırım kenarları, hatta market önleri bile; metal , cam ve kartondan olan içecek kutuları, pet şişeler, şişe kapakları ile doluydu.
Sigara paketleri, kuruyemiş paketleri, cips paketleri dağılmış duruyordu her yerde.
Biskuvi ve gofret paketleri, ciklet paketleri, plastik bardaklar, plastik tabaklar, plastik kaşık ve çatallar, dondurma kutuları, dondurma çubukları, sigara izmaritleri ve bol bol naylon poşet doluydu her yer.
Her yer, uğruna kaç tane ağacın kesildiği kağıtlarla doluydu.
Okulların önü bile bazen çok çok kirli oluyordu.

Güldünya her gece yatağında, Seattle'ın mektubunda öğrendiği bir dünyada yaşamayı hayal ediyordu.
Kuş seslerini, göllerin aynasındaki dünyayı, sabah buğusunu herşeyi herşeyi istiyordu.
Acaba hem sineması olan hem de ağaçları olan bir mahalle olamaz mıydı?
Hem bilgisayarı olan hem gölleri olan şehirler olamaz mıydı?
Hem oyuncak mağazaları, giyim mağazaları hem de derelerin neşeli şarkıları duyulan yerler kurulamaz mıydı?
Bu hayali mutlaka mahalleden arkadaşı olan Alican ile paylaşması lazımdı. Belki onun öğretmeni de Seattle'nın mektubu onlara okumuştu.

Güldünya Alican'ı bulup anlattı.
Alican da çok heyecanlandı.
Ve iki çocuk olarak kendi şehirlerini temiz tutmayla başlamayı düşündüler.
Çöple ilgilenmeyi istediler.
Güldünya'nın öğretmeni bu fikri çok beğendi.
Onlara rehberlik etti.

Diğer çocuklar gibi eldiven, çöp poşeti ve maske alarak çevre temizliği yapabilirlerdi. İstemediler.
Çevreyi kirletmemek çok önemliydi.
Ama daha önemlisi, çöp çıkarmamak gerekliydi.

Çocuklar olarak; atmadan bir kez düşünmek ve düşündürmek istediler.
Bir malzemeyi çöpe atmadan bir kaç kez kullanmaya geri dönüşüm, geri kazanım deniyor.
Alican'la Güldünya da geri kazanım çalışması yapmak ve yaptırmak istediler.

Bu atıktan bir oyuncak yapabilir miyim?
Bu atıktan annemin işine yarayacak bir cihaz yapabilir miyim?
Bu atıktan arkadaşlarımın kullanabileceği bir nesne yapabilir miyim?
Bu atıktan insanların işine yarayacak bir eşya yapabilir miyim?
Alican eski kutulardan bir kuş evi yaptı ve bekçisinden izin alarak mahalledeki parktaki bir ağaca astı.
Eğer siz de bir evsel atıktan bir buluş yaparsanız bize ister anlatın ister fotoğrafını yollayın
Güldünya ve Alican o yazıyı o fotoğrafı sizin adınızla buraya ekleyecekler.

ÇOCUK SARAYI APARTMANI






Umut sekiz yaşında bir çocuktu.
Annesiyle birlikte Ankara’da, Anıttepe Mahallesinde oturuyordu. Babası İstanbul’daydı. Ankara’da çalıştığı fabrika kapanmış, o da İstanbul’da iş bulabilmişti. Ayda bir kez ailesinin yanına geliyordu. Hem onları görüyor hem de para getiriyordu. Ama son üç aydır gelemiyordu. Para da getiremiyordu. Çünkü İstanbul’da çalıştığı fabrikada ekonomik kriz vardı. Maaşlarını iki üç ayda bir alıyorlardı.

Umut babasını çok özlüyordu. Annesi sabırlı olmasını, babasının yakında gelebileceğini söylüyordu.

Umut sabahları okula gidiyor, dönünce de yemeğini yer yemez annesiyle Kızılay’a yürüyordu. Annesinin yaptığı çörekleri, üç ayrı pastaneye götürüyorlardı. Satılanların parasını alıp dönüş yolunda da alış veriş yapıyorlardı. Annesi her para aldığında, okul harçlığının dışında Umut’a bir milyon veriyor ve istediğini almasına izin veriyordu. Umut’a da bu bir milyon lira ile istediği bir şeyi alıyordu.. Bazen çikolata istiyordu Umut’un canı, bazen oyuncak, bazen kitap.

Pastaneler, annesinin çöreklerini çok beğeniyorlardı. Daha çok getirsin istiyorlardı. Ama annesi; bu kadar yapabildiğini söylüyordu. Umut da, annesi daha çok çörek yapsın istiyordu. Ona daha çok harçlık versin, istediği her şeyi alabilsin, babası İstanbul’da çalışmak zorunda kalmasın. Bunun için annesine çörek yaparken yardım etmek istiyordu. Annesi yardım etmesine izin vermiyordu. Çünkü Umut çocuktu . Çocuklar sadece oyun oynar, masal kitapları okur ve derslerine çalışırlardı.

Umut Kızılay’ı da çok seviyordu. Binalar, arabalar, insanlar, oyuncakçılar, dondurmacılar, sinemalar. Her şey, her şey çok renkli ve hareketliydi. Kızılay'da annesinin yanında yürürken, caddeleri, sokakları, tabelaları televizyon izler gibi zevkle izliyordu. Sirenler, kornalar bile onun için değişik seslerdi. Annesi ona, Kızılay’ı ve bu semte adını veren Kızılay binasını anlatmıştı. Okulda öğretmeni de anlatmıştı. Kızılay, insanlara yardım eden bir kuruluşmuş. Ve çok güzel bir binası bulunurmuş.

Umut, Kızılay’da annesinin yanında yürürken, gelip geçen tüm insanlara kendisinin de bir şeyler yapabileceğini hayal ediyordu. Çocuklara pasta polisi, çikolata çeşmeleri, dondurma ambulansı, çok katlı futbol sahaları, balon makineleri, havuzlar, ısınma evleri, bisikletler, yaşlılar için gezen hastaneler, Her köşeye salıncaklar. Kuşlar ve kediler için her sokağa tahtadan renkli renkli yuvalar. Yürüyen kaldırımlar. Bir yandan bunları hayal ediyor bir yandan annesine anlatıyordu. Annesi onu bazen “Düşcü Umut”, bazen de “Buluşcu Umut” diyerek seviyordu. Ama yolda çok hayal kurmamasını söylüyordu. Çünkü tam dört kez, Umut hayallere kapılmış yürürken, kalabalıkta annesinden uzaklaşmıştı. Annesi hemen anlamıştı ve fazla uzaklaşmasına, kalabalıkta kaybolmasına fırsat vermeden dönüp almıştı.

Bir cumartesi günü babası habersizce çıkıp geldi. Umut da, annesi de çok sevindiler. Babası da onlarla olmaktan mutluydu ama bir gün kalabilecekti. Çünkü Pazartesi iş başı yapması gerekiyordu. Fabrika krizden çıkamamıştı daha. Birlikte oldukları zamanı zevkle geçirmeye çaba gösterdiler. Annesi yemekler ve tatlılar yaptı. Babasıyla bahçede maç yaptılar. Hep birlikte yatakta boğuştular, televizyonda komedi filmi izlediler. Ve sabah babası gitti. Umut’la annesi de günlük yaşamlarına döndüler.

O öğleden sonra Umut ve annesi çörekleri pastanelere dağıtmak için Kızılay’a indiler. Umut Kızılay’a hayalinden bir de “Baba telefonları” yerleştirdi. Babası uzakta olan çocukların babalarıyla uzun uzun konuşabilecekleri, ücretsiz telefonlar. Önce Güvenpark’ın içine bir tane yerleştirdi. Olmadı bir tane de postanenin önüne koydu. O da yetmeyince her sokağın başına birer tane koydu. Umut telefonları tasarlarken bir de baktı annesi yanında yok. Annem beni nasıl olsa bulur diye düşünerek telefonları hangi renkte seçmesi gerektiğine daldı. Pembe mi? Kırmızı mı? Sarı mı olmalıydı? Annesi gelememişti daha. Bir köşeye çekilip durdu. Annesi şimdiye kadar fark etmiş, dönüp onu almış olmalıydı. Kalabalıktan uzaklaşıp çevresine baktı, annesini bir türlü göremedi. Evin yolunu biliyordu. Yürüse gidip evi bulabilirdi ama annesi Kızılay’da birbirlerini kaybettiklerinde, olduğu yerde kalıp beklemesini tembihlemişti. Umut, düşlere dalıp annesini gözden kaybettiğinde olduğu yerde bekliyor , beş dakika geçmeden annesi gelip alıyordu. Bu kez de bekliyordu ama annesi bir türlü gelmiyordu. İçinden,“Anneciğin neredesin?“ diye soruyordu

Kalabalık dağıldı. Hava karardı. Dükkanlar kapandı. Umut beklemekten usandı. Üşüdü, acıktı. Polis amcalar da görünmüyordu. Onlara güvenebileceğini biliyordu. Umut korkmaya başladı. Neredeydi annesi? Umut’u neden bulamıyordu. Ağlamayacaktı. Annesinin dediği gibi o cesur bir çocuktu. -“Ne oldu çocuğum. Burada ne yapıyorsun” Fötr şapkalı, uzun, bol pardösüsünün yakasını kaldırmış bir amcaydı bunu soran Umut, adamın gözlerine baktı. Adam babasından hatta babasının ağabeyi olan Refik Amcasından bile büyüktü ama bakışları öğretmeni gibiydi. Ona anlatabilirdi. O da, anlattı. Adam başını okşayarak üzülmemesini annesini buluncaya kadar konukları olmasını söyledi. Adamın elleri sıcaktı. Başını; babası, annesi, öğretmeni gibi okşamıştı. Eğer başka türlü dokunsaydı hemen oradan koşarak uzaklaşırdı. Anaokulundaki uzman abla onlara öğretmişti. “Herhangi biri, size istemediğiniz, hoşunuza gitmeyen bir biçimde dokunursa oradan hemen uzaklaşın” demişti. Tam o sırada polis arabası gelince Umut’un içi iyice rahatladı. Gelenlerin arasındaki polis teyze, “Ne oldu Fuat Bey?“ diye sordu. Adam anlattı. Polis teyze,-“Biz de Umut adlı bir çocuğu arıyorduk” dedi. Umut heyecanla, -Ben Umut’um, annem neden gelmedi? -Umut, annen seni bulmamız için bize geldi. Çok yorulmuştu karakolda dinleniyor. Sen şimdi Fuat Amca ile git, yarın sabah gelip seni oradan alacak. -Annem beni merak eder, ben de sizinle gelsem.-Olmaz Umut'cuğum . Çocuklar karakolda beklemez.Fuat Amca söze girdi,-Sana söz veriyorum anneni en geç yarın göreceksin” dedi. Polis arabasına binip yola çıktılar.. Umut’un hiç görmediği bir semtte büyük bir binanın önüne gelip durdular.

Bina bir tane gibi görünüyordu ama birbirine bağlı üç tane bina vardı. Polis teyze ve diğer polisler onlara “Hoşcakalın” deyip gittiler. Işıl ışıl bir yerdi geldikleri. Umut binayı babaannesinin salonundaki büyük avizeye benzetti. İki kanatlı kapısının üzerinde, “ÇOCUK SARAYI APARTMANI” yazıyordu. Umut, Fuat Amcanın elinden tutup bu aydınlık binaya uzun uzun baktı. -Fuat Amca burası gerçekten çocukların sarayı mı?-Evet çocuğum. Çocuklar anne babadan ayrı kalınca üzülmesinler, mutlu olsunlar diye yaptık burayı. Binaya girdiklerinde bir abla karşıladı onları. Fuat Amca, onları tanıştırdı. Umut’a, Sabiha Abla ile gitmesini, onunla ilgileneceğini söyledi. Umut hemen yatmak istiyordu. Bir an önce sabah olsun da, annesine kavuşsun, evine dönebilsin diye. Sabiha Abla, banyo yapmasını önerdi. Umut itiraz etti. Bu sabah banyo yapmıştı. Sabiha Abla, “Ama sen bizim banyomuzu görmedin havuzlu banyo” dedi. Umut merak etmişti. Giderken depoya uğrayıp, havlu, mayo ve temiz çamaşırlar aldılar. Umut havuzu görünce gözlerine inanamadı. O güne kadar hep açık havuzlar görmüştü. Bu kapalı bir havuzdu, her yanı mermerdendi. Yüzme öğretmeni eşliğinde kızlı oğlanlı bir sürü çocuk neşeyle yüzüyorlardı. Önce banyo yaptı sonra havuza geçip yüzme öğretmeniyle ve çocuklarla tanıştı. Umut saydı, tam on yedi çocuktular. Çoğu da yaşıtıydı. Altısı kız on bir tanesi oğlan. Hepsi ona “Hoş geldin” dedi. Gizem kendisiyle yüzebileceğini söyledi. Umut Gizem’le yüzdü, Barış, İdil ve Oğuzhan ile yarış yaptı. Hep birlikte su topu oynadılar. Kahkahaları, çığlıkları mermerde yankılanıyordu. Yüzme öğretmeninin düdüğüyle birlikte tüm çocuklar “Acıktık. Acıktık” diye tempo tutarak havuzdan çıkıp soyunma odalarına koştular. Umut da çok acıkmıştı. Acaba ona da yemek var mıydı? Onları almaya gelen Sabiha Abla bu soruyu gülümseyerek karşıladı. Çocuk Sarayı Apartmanı’nda her çocuk için bol bol yemek bulunurdu. Aşçıbaşı onu özel olarak karşıladı ve yiyeceklerle dolu bir masaya götürdü. Geçen yıl babasının götürdüğü otelin lokantasına benziyordu. Ne çok yemek vardı öyle. İstediğinden alabileceğini söyledi. Diğer çocuklar da yeni olduğu için sıralarını ona verdiler. Umut annesinin uyarılarını hatırlayıp en sevdiklerinden azıcık azıcık aldı . Toplu yemeklerde başkalarını da düşünmeliydi. Tabağı dolmuştu bile. Masalara oturup, güle oynaya yediler.

Umut’un uykusu gelmişti. Yatak odası nerede acaba diye düşündü. Bir yatak bulsa hemen yatacaktı. Sabiha Ablaya bakındı göremedi. Çocuklar yemeklerini iştahla yerken sinemadan, filmden, kitaplıktan, tiyatrodan konuşuyorlardı. Yemek bitimi Sabiha Abla geldi. Hepsi aşçıbaşına, bu güzel yemekler için teşekkür edip tabaklarını çatal ve kaşıkları ile bardaklarını mutfağa taşıdılar. Umut da onlar gibi yaptı. Sabiha Abla, Umut’a hemen yatmak isteyip istemediğini sordu. Hemen yatmak istemezse sinemaya geçip film izleyebileceğini belirtti. Çocukların bir kısmı sinemaya bir kısmı bugün başlayacak olan bir oyunun gösterimine gidiyorlardı. Barış sinemaya gelmesini, Gizem tiyatroya gelmesini istiyordu. Uzağa gitmeyeceklerdi. İkisi de yan binadaydılar. Umut sinemaya gitmeyi seçti. Uzay filmlerine bayılırdı çünkü. Sinemada çok çocuk vardı. Okulundakilerden bile çok çocuk vardı. Umut hepsinin Çocuk Sarayı Apartmanı’nda kalıp kalmadığını merak etti. Barış da film başlayıncaya kadar anlattı. O kadar çocuğu, Çocuk Sarayı Apartmanı bile almazmış. Burası onlarınmış ama bütün çocukların gelebileceği bir çocuk sinemasıymış. Yalnızca çocuk filmleri oynarmış. Tiyatro da öyleymiş. Umut biraz uykulu izledi ama müthiş bir filmdi.

Filmin bitiminde tekrar aynı geçitten ana binaya döndüler. Umut nerede yatacağını merak ediyordu ama uykusu o kadar çok gelmişti ki durduğu yerde bile uyuyabilirdi. Sabiha Abla, onu yatak odalarının olduğu kata çıkarmak için bekliyordu. Diğer çocuklar merdivenlere doğru koştular. Sabiha Abla onu, her yanı camlı, aynalı asansöre bindirdi. Lunapark oyuncakları gibiydi. Asansör, bir sihirbaz gösterisindeymiş gibi yükseliyordu. Umut aşağıya baktı. Çok hoşuna gitti. Gizemle Oğuzhan aşağıda el sallıyorlardı. Umut da onlara el salladı. Umut yatak odasını görünce çok beğendi. Kendi odasından bile güzeldi.. Yumuşak oyuncaklar, oyuncak desenli yatak örtüleri, balıklı gece lambaları, iki yataklı bir odaydı. Diğer yatak boştu. Sabiha Abla- Gece tek başına uyumaktan korkar mısın-Hayır korkmam Sabiha Abla yatağı açmaya başladı. Umut bunu fırsat bildi. Yatağın üzerine kendisi için konulmuş pijamaları hemencecik giyindi. Pijamalar temiz , ütülü ve yumuşacıktı. Mis kokulu yatağa girdi. Sabiha Abla eğilip başını okşadı, yanağına sıcak bir öpücük kondurdu. Umut’un gözleri yaşardı. Annesi de her gece onu böyle öperek iyi geceler, derdi. Annesini çok özlemişti. Babasını da. Sabiha Abla,-Sana masal okumamı ister misin? diye sordu, Umut gözlerine dolan yaşları göstermeden-İstemem Sabiha Abla teşekkür ederim dedi.Sabiha Abla, bir düğmeye bastı. Yumuşak bir ses masal anlatmaya başladı.-Sen uyuyunca bu ses bitecek dedi ve odadan çıktı.Umut uyudu. Rüyasında annesiyle babasını gördü.

Sabah olunca Umut horoz sesiyle uyandığını sandı. Saate baktı yedi buçuk olmuştu. Annesi gelmiş miydi acaba? Okuluna bugün gidebilecek miydi? Pelin onu merak ederdi. Öğretmeni de. Hem bugün beden dersinde maç yapacaklardı. Gidemezse ondan da kalacaktı. Yine gözleri ıslanmıştı. Tam o sırada Sabiha Abla elinde bir önlükle çıkageldi.-Günaydın Umut okuluna gitmek ister misin?-Ya Annem-Annen okul dönüşü gelip seni alacak. -Neden şimdi almıyor.-Sana güzel bir sürprizi varmış ama ancak öğlene yetişirmiş. -Sabiha Abla annem gelecek değil mi?-Gelecek tatlım, gelecek ve sana güzel bir hediye getirecek. Hadi giyin de gel Umut yataktan fırlayarak kalktı. Perdeleri açtı hemen yüzünü yıkayıp pijamalarını değiştirmeliydi . Pijamalarını çıkaramıyordu, çünkü gözlerini pencereden alamıyordu. Kocaman bir bahçe uzanıyordu önünde. Sanki çimden kocaman bir halı serilmiş üzerine de güller, renk renk çiçekler öbeklenmişti. Kocaman bir havuz mavi ışıklarla selamlıyordu güneşi. Bahçenin çeşitli yerlerine yerleştirilmiş kaydıraklar, tahtaravalli ler, salıncaklar, tırmanma ipleri ve hiç görmediği bir dolu bahçe oyuncağı . Bahçenin diğer bir köşesinde inekler, koyunlar, tavuklar, tavşanlar, kazlar, ördekler, kediler köpekler dolanıyordu. Duyduğu horoz ötüşü doğruydu o zaman. Umut sabırsızlıkla kahvaltı edip önlüğünü giyip, Çocuk Sarayı Apartmanına gelen servise bindi ve okuluna gitti. Kendi servisi değildi ama okuldan arkadaşları vardı Okulu, öğretmeni, arkadaşları hepsi hepsi yerli yerindeydi. Onları görünce çok mutlu oldu. Olanları anlatınca arkadaşları inanamadılar. Sonra sınıf arkadaşlarından biri anlattı. Bebekliğinde tam üç ay kalmış. O hatırlamıyormuş. Ona da annesiyle babası anlatmış. Ama onun kaldığı Çocuk Sarayı Apartmanı başka bir şehirdeymiş.

Umut derslerine girdi. Beden eğitimi dersinde maç yaptılar. Çok eğlendiler. Yine aynı servisle Çocuk Sarayı Apartmanına geri döndü. Sabiha Abla kapıda onu bekliyordu-Çabuk ol Umut . Üstünü değiştirip yemeğini ye. Annen yarım saate gelecekmiş. Umut odasına çıktı. Kendi giysileri yıkanmış, ütülenmiş yatağının üzerinde onu bekliyordu. Hemen elini yüzünü yıkadı. Elbiselerini giyindi, yemek odasına indi. Gizemler de okuldan gelmişler yemek yiyorlardı. Artık Umut da neşeliydi. Sabiha Abla gelip “ Yemekten sonra Fuat Amcanın odasına gel. Annen oradan alacak seni.” dedi. Umut yemeğini çabuk çabuk yedi. Arkadaşlarıyla, aşçı amcayla vedalaştı. Tabağını mutfağa koyup koşarak çıktı.

Fuat Amcanın kapısını tıklatıp odasına girdi. Fuat Amca ,-Gel bakalım Umut dedi. Gel otur. Annen şimdi gelir. -Neredeymiş annem? Neden beni bulamamış?-Biliyorsun ya, annen seni çok aramış. Bulamayacağını anlayınca karakola gitmiş.-Ya onlar da bulamasaydı-Biz onu bulurduk-Bulunmayan çocuklara ne oluyor.-Merak etme her çocuk için bir anne baba vardır. Yeter ki biz aramayı bilelim. Onlar konuşurken Annesi odaya girdi. Umut annesine koştu. Annesinin ayak bileğini sarılı görünce korktu. Durdu.-Korkma korkma Bu ses. Çok sevdiği, çok özlediği bir sese benziyordu. Annesinin arkasında babasını görünce inanamadı. “Yaşasın. Yaşasın” diye, anne ve babasının kucağına atladı.

Daha sonra oturdular ve annesi Umut’a olanları anlattı. Annesi dönüp Umut’u göremeyince geçtikleri yerlere bir daha, bir daha bakmış. Ama Umut yokmuş. Mağazalara, sokak satıcılarına sormuş. Onlar da görmediklerini söyleyince karakola koşmuş. Koşarken ayağı burkulmuş. O, yine de karakola gitmiş. Onlar Umut’u ararken annesinin ayağı balon gibi şişmiş. Polisler annesini hastaneye götürmüşler. Bu arada babasını aramışlar. Hastanedeki doktorlar annesini bütün gece gözetim altında tutmuşlar. Ayağa kalkmasına izin vermemişler. Çünkü ayağı daha çok şişermiş. Doktorlar,Umut’un Çocuk Sarayı Apartmanında olduğunu öğrenmişler. Telefon ederek annesiyle Fuat Amcayı görüştürmüşler. O sırada Umut uyuduğu için annesiyle görüşememiş. Babası da bu sabah gelmiş. İkisi buluşup, Umut’u almaya gelmişler.

Ayrılırken, Annesi, babası, Umut, Fuat Amcaya ve Sabiha Ablaya teşekkür ettiler. Fuat Amca ile Sabiha Abla da Umut’u öptüler. Umut heyecanla,-Ama ben müzeyi görmedim daha .diye bağırdı. Fuat Amca gülerek , istediği zaman gelebileceğini söyledi. Umut; Çocuk sarayı Apartmanına sık sık gitti. Barış’ı, Gizem’i, İdil’i, Oğuzhan’ı görmeye gitti. Bir dolu başka arkadaş da buldu. 23 Nisan Balosuna katıldı. Yaz geldiğinde gül bahçesindeki havuza girdi. Müzesini gezdi. Kitaplığında ve bilgisayar merkezinde ders çalıştı. Sinemasına film, tiyatrosunda oyun izledi. Umut’un babası bir yıl sonra Ankara’da iş bulup temelli döndü. Annesi çörek yapıp pastanelere vermeyi sürdürdü. Pastaların parasına ihtiyaçları vardı. Çünkü aynı evde yaşamasalar da, Barış, Gizem, Oğuzhan ve İdil , Umut’un kardeşleri olmuşlardı.

YEDİ RENK YEDİ DİLEK- Masal

Bir varmış bir yokmuş.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, dünyanın en güzel yerlerinden birinde, Lori adlı bir çocuk yaşarmış.
Lori çok akıllı, çok iyi bir çocukmuş. Hem de çok cesurmuş. Ama bazı olaylar karşısında ne yapacağını bilemezmiş. Kafası karışırmış. Olmayacak şeyler istermiş.
Onun bu istekleri, çoğunlukla gerçek olurmuş.
Çünkü, onun dileklerini gerçekleştiren perileri varmış.
İyilik perileriymiş bunlar. Lori'nin içten, yürekten dilediklerini yerine getirirlermiş. Aslında bütün insanlar için böyleymiş. Her insanın yedi dilek hakkı varmış.
Lori'nin ailesinin bahçeli bir evi varmış. Lori bahçede koşar oynarmış.
Bahçede çok güzel çiçekler varmış.
Bir gün yan tarafdaki eve bir aile taşınmış.
Onlar da, bahçelerine bakmaya çalışmış, çiçekler ekmeye başlamışlar.
Onlarınki farklı çiçeklermiş. Lori'lerin bahçesindekiler gülmüş, onların da karanfilmiş.
Bu karanfiller hem çok güzelmiş hem de nefis kokuluymuş. Bahçenin önünden geçenlerin bu güzel kokudan başı dönermiş. Öve öve bitiremezlermiş.
Lori bunu çok kıskanmış.
Kimsenin çiçekleri olmasın demiş.
Dünyadaki bütün çiçekler solmuş. Karanfiller, nergizler, papatyalar, kasımpatları, çiğdemler, şebboylar, orkideler, laleler, menekşeler, nilüferler, sümbüller, gelincikler tüm güzelliklerini, mis kokularını alıp gitmişler.
Dünya renksiz, neşesiz bir yere dönmüş.
Lori uzun bir zaman sonra, yaptığını anlayınca üzülmüş ve tüm çiçeklerin dünyaya gelmesi için dilekte bulunmuş. Neyse ki bu dileği kabul olmuş. Yoksa dünya, çiçekler olmadan nasıl güzel bir dünya olabilirmiş ki?
Lori, yan bahçedeki karanfillerin ne kadar güzel koktuğunu fark etmiş. Bahçeye bu çiçekleri ekenlere içinden teşekkür etmiş. Bu güzel çiçekleri ekip, kendi bahçelerini de bu kadar güzel kokuttukları için çok teşekkür etmiş.
Lorinin çok güzel bir kedisi varmış.
Lori kedisini çok severmiş. Okuldan gelince birlikte oynarlarmış. Kedinin adı Nazlı'ymış. Cins bir kediymiş. Mahalleden bir çocuğun köpeği, Nazlı'yı her sokağa çıktığında kovalıyormuş. Nazlı, bir ağacın en tepesine tırmanarak kendini zor kurtarıyormuş. Uzun süre ağaçtan inemiyormuş. Ve gün akşam oluncaya kadar Nazlı eve dönemiyormuş.
Lori Bu işe çok kızıyormuş.
Kendisi de o köpekten korkuyormuş biraz zaten.
Tatile gittikleri kıyı kasabasındaki ineklerden, eşeklerden de korkarmış Lori. Ona zarar vereceklerini sanırmış.
Televizyonda gördüğü, yılanlardan, aslanlardan, kaplanlardan da hoşlanmazmış. Her an bir yerden çıkıp, saldıracaklar diye korkarmış. Onların artık çok az kaldıklarını bilmezmiş. Çok uzakta olduklarını bilmezmiş.
Bir gün kedisiyle bahçede oynarken bir havlama sesi duyulmuş. Nazlı yine kaçmış. Lori çok kızmış. Kedilerden başka tüm hayvanların yok olmasını istemiş.
Önce bahçedeki kuşlar gitmiş. Sabahları neşeyle cıvıldaşan kuşların gitmesi Lori'yi çok üzmüş ama bu sadece bir başlangıçmış.
Sonra süt, yoğurt, peynir, yumurta gibi yiyecekler eksilmiş.
Çünkü ineklerle birlikte, keçiler, koyunlar, kuzular, tavuk ve horozlar da kaybolmuş.
Yılanların zehrinden yapılan ilaçlar yok olmuş.
Kurbağaların vıraklaması kesilmiş.
Solucanlar olmadığı için toprak havalanmamış.
Arılar olmadığı için meyveler, sebzeler üreyememiş.
Kelebekler yok olmuş.
Lori ne yaptığını anlamış. Dileğini hemen geri almış.
Dünyanın bir cennet olduğunu o zaman anlamış. Artık o köpekten korkmamaya başlamış. Yanyana geldiklerinde başını okşamaya başlamış. Onunla da arkadaş olmuş. Kedilerle köpeklerin hırlaşmasının bir oyun olduğunu öğrenmiş.
Aradan günler geçmiş.
Lori bir gün karanlıktan çok korkmuş.
Gece olmasın demiş.
Periler bu isteğini hemen yerine getirmişler.
O günden sonra gece olmamış, güneş batmamış.
Günle gece birbirine karışmış. Kimse uyuyamamış. Dinlenememiş. Dinlenemediğinden çalışamamış, üretememiş. Yıldızlar kaybolmuş. Ay dedeyi göremez olmuş. Güneş yorulmuş.
Lori, yine yanlış yaptığını anlamış. Perilerini çağırmış. Onlardan yardım istemiş. Durumu düzeltmiş. Lori, annesinden de yardım istemiş ve odasına gece lambası takılmış. Böylelikle karanlıktan korkmamayı öğrenmiş.
Lori uzun bir süre hiç bir şeyden rahatsız olmadan yaşamış.
Ama bir gün babası başka bir çocuğun başını okşayınca çok üzülmüş. Babası o çocuğu kendinden daha çok seviyor diye düşünmüş. Çünkü çocuk, onların okuldaymış ve okulun birincisiymiş. Lori'nin de dersleri iyiymiş ama birinci de değilmiş yani. Sınıf arkadaşları da, o çocuğu Lori'den çok seviyorlarmış. Lori hepsine birden çok kızmış. İstemiş ki dünyadaki tek çocuk olsun. Büyükler bir tek onu sevsin. En başarılı o olsun. Bütün çocukların yok olmasını dilemiş. Periler; iyi düşünüp doğru karar vermesini istemişler. Çok dikkatli olmalıymış. Ama Lori kararını vermişmiş. Periler ona acıyarak bakıp "Peki" demişler.
Bütün çocuklar şen kahkahaları ile yok olmuşlar. Dünyayı bir ıssızlık kaplamış. Bütün yetişkin insanlarda bir umutsuzluk, keder oluşmuş. İnsanlık geleceğe yönelik beklentisini yitirmiş. Umut kaybolmuş. Kimse işe gitmek istememiş, çalışmak istememiş, gülmek istememiş. Kimse ağaç dikmek istememiş, hayvanları beslemek istememiş. Okullar kapanmış. Sanki hayat durmuş. Kimse Lori ile ilgilenmemiş.
Lori bu sefer yaptığından çok korkmuş. Hemen değiştirmek istemiş. Hemen, hemen. Çok acelesi varmış. O arkadaşlarını istiyormuş. Onlarla sokaklarda, okulda bahçede oynamak istiyormuş. Bu nedenle hemen dileğini söylemiş.
Ama.
Ama her insanın yedi dilek hakkı varmış.
Ve Lori bu dilek hakkının hepsini kullanmış.
Lori ne yapacağını şaşırmış. Çaresizce ağlamaya başlamış.
Perileri ona yardım edemiyormuş.
Onların elinden gelen bir şey yokmuş.
Lori çok pişmanmış. Çok üzgünmüş.
Günlerce dilekte bulunmuş.
Neyse ki periler perisi, onun bu pişmanlığını görmüş. Yanına gelmiş. "Bir daha hiç bir canlıyı yok etmek için dilekte bulunmamak " için söz verdiği için ona bir şans daha vermiş.
Lori de, şimdiye kadar dilekte bulunduğu şeylerin çok akıllıca olmadığını anladığı için periler perisine hak vermiş.
Artık bütün çocuklar onun kardeşiymiş.
Tüm arkadaşlarıyla mutlu mesut bir çocukluk geçirmiş.
Ne zaman yağmur yağıp gökkuşağı ortaya çıksa, oradaki renklerin bir tanesinin bile ne kadar değerli olduğunu anlıyormuş.
Renklerden bir tanesinin yok olmasının bile, dünyayı ne kadar çirkinleştireceğini biliyormuş.
Her insana verilen yedi dilek hakkının, gökkuşağının yedi rengi kadar güzel kullanılması gerektiğini kavrıyormuş.

ÇOCUKLAR İÇİN PERMAKÜLTÜR 2 /SÜPER ZENGİN ÇOCUKLAR

Bir kavundan kaç kavun yetişir?
096Bir kapruzdan kaç karpuz?
Hiç düşündünüz mü çocuklar? Yaz mevsiminde yediğimiz kavunlardan birinin çekirdeklerini toprağa eksek kaç kavun yetişir?
Ya da yediğimiz kayısıların, eriklerin çekirdeğini eksek.
Kayısı ve erik ağaçlarımız yetişse.
Bu ağaçlar kaç yıl yaşar?
Kaç mevsim meyve verir?
Kaç çocuğu mutlu eder? Besler?
Peki ceviz, badem ya da fındıklardan birini ayırıp kabuğunu kırmadan toprağa eksek?
Büyüse meyvesini verse?
Bir ömür boyunca meyvesini insanlara sunsa?
Ne kadar ceviz elde ederiz?
Bu kaç cevizdir?
Bir düşünelim. Şeftali çekirdeklerinden şeftali ağaçlarımız olabilir.
Yıllarca tatlı sulu şeftalileriyle bir çok insana mutluluk ve sağlık verebilir.
Kaç şeftali ağacımız olur?
Kaç yıl meyve verir?
Bu kaç tane şeftali eder.
Ben bu yaz yediğimiz meyvelerin çekirdeğini topladım.
Yediğimiz kavun ve karpuzun çekirdeklerini topladım.
Çekirdeği o meyvenin tohumudur aynı zamanda.
Hayalimde o çekirdeklerden bahçeler, bostanlar kurdum.
Bütün okullara bütün sınıflara bütün çocuklara dağıttım.
Anneleri babaları unutmadım.
Dedelerle nenelere de dağıttım.
Yine de tükenmedi meyvelerim.
Bu yıl siz de meyvelerin çekirdeklerini toplayın isterseniz.
Bir tanesini bile eksek, yetiştirsek ülkemiz zengin olur.
Yeter ki tohumları sağlam olsun. Tohumları o bölgeden olsun. 

SÜPER CESUR ÇOCUKLAR

Sevgili çocuklar,
Bu yazıyı; Jeoloji mühendisi İsmet Cengiz Abi'nizin teknik katkılarıyla hazırladım.
Anadolu'yu hepimiz biliyoruz.
Üç yanı denizlerle çevrili.
"Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan"* bir güzel memleket.
Suyu güzel, havası güzel, dağı, taşı güzel bir coğrafya.
Gölleri ve Akarsuları bol.
Toprağı verimli, bitki örtüsü çok zengin.
Bu güzellikleri; jeolojik, topografik ve coğrafik yapısına borçlu.
Bu yapıyı şekillendiren ise, tektonik denen yer hareketleri.
Yer hareketleri sonucu kırılan yer kabuğu, yani faylar.
Depremi fayların kırılması oluşturuyor.
Ama verimli ovaları, akarsuları, madenleri de o kırıklar ortaya çıkarıyor.
Yer altı suları, yer üstüne çıkyor.
Akarsulara, küçük derelere dönüşüyor.
Bu derelerde balıklar oynaşıyor.
Toprakta türlü türlü çiçekler, sebzeler, meyveler coşuyor.
Deprem, bir doğa olayı.
Zarar görmemek için, kentleri doğru yerlere kurmak gerekiyor.
Kentleri kurmadan planlamak gerekiyor.
İnsanlar sağlıklı ve mutlu yaşasınlar diye, planlamak gerekiyor.
Sağlam binalar yapmak gerekiyor.
Sağlam olmayan binalar varsa, onları sağlamlaştırmak gerekiyor.
Bu işleri büyükler yapıyor.
Biz çocuklara gelince;
Bir fay hattı kırıldı diyelim;
Büyük, kocaman bir sarsıntı oluyor.
Biz bir şey yapmıyoruz.
Anne babamız, öğretmenimiz, görevliler yani büyüklerin söylediklerine uyuyoruz.
Ama çevremizde kimse yoksa sakin olmaya çalışıyoruz.
Bilgilerimizi anımsıyoruz.
Bazen yanımızdaki büyükler de depremde ne yapılacağını bilmiyor olabilirler.
Onlara ne yapacaklarını biz söylüyoruz.
Deprem anında;
ayakta durmuyoruz.
çömelmiyoruz,
hiç bir eşyanın altına girmiyoruz.
Ne yapıyoruz?
Okulda dersteysek sıramızın,
sokaktaysak bir arabanın,
evdeysek sağlam bir eşyanın
yanında,
hemen yan yatıyoruz.
kollarımızı başımıza sarıyoruz.
Dizlerimizi de karnımıza çektik mi tamam.
Yan yatıp dizleri karnımıza çekerek yatmaya, CENİN POZİSYONU deniyor.
Cenin; anne karnında büyüyen minik bebek demek.
Bütün insanlar; annelerinin karnında yan yatıp, dizlerini karnına çekerek yatar.
Bu nedenle böyle kıvrılıp yatmaya cenin pozisyonu denir.
Biz buna, kollarımızı kafamıza sarmayı ekliyoruz.
İsterseniz buna da"TEKTONİK CENİN POZİSYONU" diyebiliriz.
Bina içindeysek; merdivenlerden, cam kenarınlarındandan, kapı altlarından uzak duruyoruz.
Buzdolabı, çamaşır makinası, bulaşık makinası gibi sağlam eşyaların yanına kıvrılıyoruz..
Bu eşyaların etrafında bizi koruyan bir YAŞAM ÜÇGENİ var.
Depremi hissettiğimizde geceyse, yataktan usulca iniyoruz.
Bunu ayağa kalkmadan yapıyoruz.
Filmlerdeki gibi, yuvarlanarak ama yavaşca iniyoruz.
Yatağın yanına yan yatıyoruz.
Başımızı yastıkla sarıyoruz.
Bu halimizle sarsıntının geçmesini bekliyoruz.
Bize hiç bitmeyecek gibi gelse de, depremler saniyelerle ölçülüyor.
Cesurca bu saniyelerin geçmesini bekliyoruz.
Şehirler, evler, köprüler, hastaneler, sağlam yapılmışsa bir tehlike olmuyor.
Ama yine de biz dikkatli olmalıyız.
Başucumuzda su ve bir düdük bulundurabiliriz.
Su cam şişede olmamalı.
Pet şişede olmalı.
Birine ihtiyaç duyduğumuz her an, düdüğü öttürebiliriz.
Çabuk geçeceğini bilerek bekleyebiliriz.
Deprem sonrasında annemize babamıza yardım ediyoruz.
Yaşlılara, bizden küçük çocuklara, engelli kardeşlerimize destek oluyoruz.
Hep birlikte, bir fay kırılmasını daha atlatıyoruz.
*Büyük şair Nazım Hikmet'in "Kuvay-ı Milliye Destanı" ndan, bir satır.
08.11.2008

SÜPER AKILLI ÇOCUKLAR






Sevgili çocuklar;
Sevgi; en önemli duygularımızdan biridir.
Ve sevgi, tüm canlılar için çok güzel bir duygudur.
Ağaçları, kuşları, ilkbaharı, çiçekleri, parkları, kedileri, köpekleri, evimizi severiz.
Anne baba çocuğu, çocuk hem onları hem öğretmenini, kardeş kardeşi, arkadaş arkadaşı, nine torunu sever.
İnsanlar ve hayvanlar sevgilerini dokunma ile ifade ederler.
Sarılırlar, kucaklarlar, okşarlar.
Hayvanlar birbirlerini yalar.
İnsanlar birbirlerini öper.
Tüm bunlar sevgi dokunuşlarıdır.


İnsanlar; sevgilerini bir de sözcüklerle de ifade ederler. "Seni seviyorum", "Tatlım", "Canım", "Kuzum" gibi sözler söylerler. Çünkü insanlar hayvanlardan farklı olarak konuşabilirler.
Sevgiyi bilen tüm canlılar sevdikleri varlığı görünce gülümserler.
Sevgi çok güzel bir duygudur çünkü.
Sevginin ifade edilmesi, insanı da hayvanı da mutlu eder.
Bitkiler bile sevildiğini anlar.
Yaşlılar; sevgiyle konuştukları bitkilerin çok güzel çiçek açtıklarını iyi bilirler.
Sevgi insanı geliştirir. Mutlu eder. Güven duymasını sağlar, neşelendirir. İyileştirir.
Çocuklar sevildiklerini bazen büyüklerden daha iyi anlarlar.
Güzel sözlerin gerçek olup olmadığını anlarlar.
Onlara yumuşak ya da sert olarak dokunulduğunda ne anlama geldiğini bilirler.
SDC10894Yalancı olabilir.
Çocuklar bunu iyi anlarlar.
İçleri huzursuz olur.
Sıkılırlar. Oradan hemen kaçmak isterler. Utanırlar.
Sevgi dokunuşu olmadığında kendilerini hasta gibi hissederler. Ve gerçekten hasta olabilirler.
Akıllı çocuklar oradan hemen uzaklaşır.
Bu dokunmayı yapanı, annesine babasına söyler.
Bazen onlara söylemek olmaz. Çocuk bunu bilir.
O zaman öğretmenine söyler.
Sağlık ocağındaki ebe, hemşire ablalara, doktor amca ya da teyzelere söyler.
Polis teyzelere söyler.
Onlara ulaşamıyorsa telefonla 183 numarayı arar.
Eğer internet bağlantılı bir bilgisayara ulaşabiliyorsa
www.barobirlik.org.tr/iletisim sayfasını açar. Ya da bu renkli yazıyı tıklar
Çıkan formu doldurarak hukukcu ablalara ve abilere yazar.
Ülkemiz çocuk hakları sözleşmesini imzaladı.
Çocukları koruyacağına söz verdi.
Bunun için yasa çıkardı .
Haberi olursa o çocuğu korur.
Yeterki o akıllı çocuk haberdar etsin.
Çocuğa yardım edilir.


ÇOCUK HAKLARI SÖZLEŞMESİ
Madde 34)
Bedenim bana aittir.
Beni bedensel ve ruhsal yönden örseleyecek hiç bir yaklaşıma izin verilmez